4 Ekim 2010 Pazartesi

Türkiye "muz cumhuriyeti" değil...

Yukarıdaki başlığı yıllardır öyle sık duyduk ve haberlerimizde yazdık ki, bu kaçıncı bilmiyorum.

Hafta sonu Türkiye ile Suriye ortak kabine toplantısını izlemek üzere bir grup gazeteci arkadaşımla birlikte Suriye'nin Antalya'sı Lazkiye'deydik... Suriye'nin Türkiye'yi son dönemde ne kadar önemsediği de, bizi uçağımızın yanından otobüse bindirip, pasaport kontrolü dahi yapmadan içeri almasından belliydi.

Konferans kapsamında 12 bakan, onlarca bürokrat ve diplomat Suriye'li muhataplarıyla görüştü. Yeni anlaşmalar, mutabakat muhtıraları masaya yatırıldı onaylandı ya da imzalandı.

Zirvenin bitmesinin hemen ardından, bir resepsiyon verildi ve biz de bakanlarla sohbet etme fırsatı bulduk. Ancak burada dikkat çekeceğim kişi Devlet Bakanı Zafer Çağlayan olacak.

Zafer Çağlayan ile ettiğimiz sohbet aslında tüm hükümet üyelerinin ve dışişleri bakanlığının ağzını kapattığı bir konuya ilişkindi.

Çağlayan, tüm gazetecilerle tek tek el sıkıştı. Halimizi hatırımızı sormayı ihmal etmedi. Biz de kendisine her gazetecinin yapacağı gibi sorularımızla karşılık verdik.

Bir süredir, ABD'li Hazine yetkililerinin Türkiye'deki banka ve mali konularla ilgili devlet kurumlarına yaptığı ziyaret diplomasi ve ekonomi kulislerinde sessizce dile getiriliyordu.

Tam da bu noktada, Çağlayan'a, "Hükümet bu temaslardan rahatsız oldu mu Sayın Bakan" diye sorma fırsatı buldum. Çağlayan, lafı hiç dolandırmadan, çok net yanıtlar verdi.

Özellikle, ABD'nin İran'a yaptırımlar konusunda Türk bankaları üzerinde baskı kurduğunun altını çizdi, bunun kabul edilemez bir hareket olduğunu söyledi.

"Tepkimiz ne olacak" sorusunu yönelttiğimizde ise, kendisinin yakın zamanda ABD'ye gideceğini ve burada ABD'li mevkidaşı ve diğer hükümet yetkililerine "çok sert" tepki göstereceğini söyledi. Ve can alıcı ifadeyi kullanmayı da ihmal etmedi:

"Türkiye 'muz cumhuriyeti' değil bir hukuk devletidir ve kendi hukuku vardır. Bu hukuk devletine aykırıdır. Buna müsamaa göstermeyiz. Acaba ABD, kendi bankacılarına yönelik benzer bir baskıya sessiz kalır mı?"

Ankara'ya döner dönmez, "muz cumhuriyeti" meselesi ile ilgili küçük bir internet araştırması yaptım. Onlarca bakan, devlet görevlisi, hatta büyükelçilerimiz daha önce "Türkiye muz cumhuriyeti değildir" ifadesini kullanmış...

Sanırım önümüzdeki süreçte, Sayın Çağlayan'ın ABD'lilere ne tür bir tepki göstereceğini görmek bunu beklemek, bu demecin ardından izlenmeye muhtaç bir durum...

27 Ağustos 2010 Cuma

SÜMELA'DAN RUHBAN OKULUNA ÇIKAN YOL...



Biraz geç olsa da, bu konu hakkında bir şeyler yazmak gerektiği kanaatindeyim. Sümela Manastırı'nda Fener Rum Patriği Barhalemeus'nun da katılımıyla 15 Ağustos tarihinde on yıllar sonra ilk kez ayin gerçekleştirildi.

Bu ayin ilk başta "aman protesto olmasın"dan öte gündeme gelmedi. Daha sonra gazetelerimizde haberin hak ettiği yeri de bulduğunu söylemek sanırım doğru olacaktır. Neredeyse tüm yazılı ve görsel basın, ayini yakından izledi.

Ayin sırasında yaşanan tek olumsuz unsur, Yunanistan'dan gelen bazı kişilerin üzerinde Pontus Rum Devleti yazan tişörtler giymiş olmalarıydı. Bu da büyüktülmediği için, sıkıntıya neden olmadı. Tişörtleri giyenler de tepki görmediklerini farkedince sessizce üzerlerindekini çıkardılar.

Şimdi gelelim Manastır'da gerçekleştirilen ayinin önemine...

Uluslararası kaynaklara göre, manastırda gerçekleştirilen ayin, Yunanistan'ın Atina'ya Camii yapmama konusundaki tutumunda yumuşamaya neden oldu.

Bu nedenle Ankara da Yunanistan'ın yakın süreçte Atina'ya camii yapılması konusunda adım atmasını bekliyor.

Yunanistan'ın Atina'ya cami yapmayı kabul etmesi ise AB'nin de uzun süreden beri beklediği çok önemli bir konuda gelişmeyi beraberinde getirecek. Peki nedir bu diyorsanız, ki başlığı okuduğunuz için demeyeceğinize eminim, Ruhban Okulu'nun açılmasına ilişkin süreç çok ama çok hızlanacak.

Türkiye, Ruhban Okulu'nun açılması için uzun zamandan bu yana Atina'ya camii inşa edilmesini şart koşuyor.

Böylece Sümela Manastırında yapılan ayin sayesinde, yıllardır büyük sorun yaratan hem cami hem de Ruhban okulu sorununun çözümü kolaylaşacak.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Filipinler'de polis olmak...


Hayır hayır, Filipinler'de bir polis tanıdığım yok. Hatta polis teşkilatı hakkında bugüne kadar herhangi bir bilgiye de sahip değildim. Ta ki, televizyon ekranlarından, içinde 15 turist bulunan bir otobüse ülkenin en seçkin polis gücü tarafından baskın düzenlendiğini izleyinceye kadar.

Polisler ilk önce her ülke polisinin yapacağı gibi, baskını yapan kişiyle pazarlığa giriştiler.

Bu pazarlıklar sonucunda belli aralıklarla 3'ü çocuk 10 kişi serbest bırakıldı. Ancak devamı gelmedi.

Bunun üzerine Filipinler çevik gücü önce otobüsün arka camını balyozla kırmaya çalıştı, ancak başarılı olamayınca ön kapıya yöneldi. İşte tam da bu anda çok komik bir şey yaşandı. Polis otomatik kapının camını kırmaya çalışırken baltayı otobüsün içine düşürdü. (Tam burada NTV'nin deneyimli anchormani Oğuz Haksever, "ay baltayı otubüsün içine düşürdü keh keh keh" diye gülüyordu.) Sonra da bir şey olmamış gibi elini içeri sokup geri aldı ve işine devam etti.

Polis ön kapıyı da kırmayı başaramayınca, bir tim üyesi kapıya şapkasını ters takıp rahat rahat geldi. Ucunda çengel bile olmayan bir halatı sıkıca bağlayıp başka bir araçla çekmeye çalıştı. Ancak şaka yapmıyorum halat yüke dayanamayıp koptu. (Haksever burada da güldü. Ama bu kez izleyicilerden özür diledi)

Tam bu sıralarda arka camdan ise iki polis otobüse girmeyi başardı. Ancak saldırganın ateş etmesi üzerine bu polisler, camdan atlayarak hemen tekrar dışarı çıktı.

Sonra da, otobüsün etrafını boşalttılar. En nihayetinde eylemci bir şekilde vurularak öldürüldü.

Kıssadan hisse, ben ömrüm boyunca böyle bir kepaze kurtarma operasyonu görmedim. Fırsatınız varsa haberlerde izleyin...

22 Ağustos 2010 Pazar

One münüts mü?


Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler, Mavi Marmara baskınının ardından gerildikçe gerildi. Hatta neredeyse koptu. Türkiye İsrail'in eğitim uçuşlarını Anadolu Kartalı Hava Sahası'nda gerçekleştirmesine yönelik uygulamayı iptal etmesinin hemen ardından, bu ülkeye ait askeri uçakların Türkiye üzerinden geçmesini de yasakladı.

Ancak bunların tümü acaba Mavi Marmara Krizine mi dayanıyor? Yoksa daha eskiye mi? Türkiye'de resmi görüş krizin Mavi Marmara baskınından kaynaklandığı yönünde. Ancak İsrail tarafı pek de böyle düşünmüyor. Bunun için işin doğası gereği İsrail Başbakanı Netenyahu'nun Yunan basınına verdiği mülakatta ne dediğine de bakmak gerekiyor:

"Türkiye ile ilişkilerimizin gerginleşmesini biz seçmedik. Her şey Davos'ta 2009 yılının Ocak ayında meydana gelen olayda, Sayın Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanı Simon Perez;e saldırdığında başladı. (Davos paneli ve One minute krizi) Ankara tarafından apaçık ilişkilerimizde gerginliği ateşleme politikası vardı. Onlar seçtiler. Türkiye eğer ılımlılık yolunu izlemeye karar verirse memnunlukla karşılanacaktır"

Bu söylem Türkiye-İsrail ilişkilerinin yakın gelecekteki durumunu da açıkça ortaya koyuyor. Netenyahu, İsrail'in tansiyonu düşüren taraf olmayacağını açıkça dile getiriyor.

Ankara ise geri adım atmaya niyeti olmadığı gibi, uluslararası hukuk anlamında ileri adımlar atmayı planlıyor.

'Başlangıç noktası'

Şimdi İsrail ile Türkiye arasındaki krize farklı bir gözlükle bakmanızı isteyeceğim. Türkiye ile Rusya'nın bir doğalgaz projesi bulunuyor. Bu projenin adı Mavi Akım-2 ve hattın Türkiye üzerinden İsrail'e oradan Hindistan'a oradan da Çin'e kadar uzanması öngörülüyor.

Kulislerde dolaşan en önemli iddia bu hattın fizibilete çalışmasının Çalık Holding tarafından gerçekleştirilecek olduğu yönünde...

İşte Netenyahu hükümetinin göreve gelir gelmez, Gazze açıklarında Doğalgaz bulunmasıyla birlikte bu projeyi yavaştan aldığı uluslararası enerji çevrelerinde Türkiye-İsrail krizinin başlama gerekçesi olarak adlandırılıyor.

Anımsanacağı gibi, Türkiye Mavi Marmara Krizinden sonra Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın ağzından bu projenin tamamen askıya alınmasının söz konusu olduğunu açıklamıştı.

Krize bir de bu noktadan bakmak gerektiği aşikar...

13 Ağustos 2010 Cuma

Doğu Akdeniz krizi Ege'ye mi sıçrıyor?

İsrail Başbakanı Benjamin Netenyahu önümüzdeki hafta Yunanistan'a gidecek. Bu temas başlı başına kritik bir durumu da kendi içinde barındırıyor. Netenyahu, Yunanistan'ı ziyaret eden ilk İsrail başbakanı olacak.

Peki iki ülke arasındaki ilişkiler neden Türkiye ile İsrail arasında böylesine ciddi bir kriz yaşanırken gelişmeye başladı. Sanırım ilk olarak bunu mercek altına almak gerekiyor. Bunun için 2 önemli neden sıralanabilir.

Birincisi, Yunanistan; Türkiye ile İsrail'in ilişkilerinin kriz sürecine girmesinin ardından, bu ülkenin Akdeniz'de ekonomik ilişki kurabileceği iki ülkeden biri. Diğeri ise Kıbrıs Rum Kesimi ki, bu konuya birazdan değineceğim...

İkinci önemli neden ise, Türkiye'nin İsrail'e askeri havasahası kapatmış ve tatbikatlarını sona erdirmiş olması.

Uluslararası kamuoyunda, bir savaş ülkesi olan, İsrail için, haklı olarak, ikinci seçenek daha fazla önemseniyor. Çünkü bu ülkenin deneme uçuşları yapabileceği herhangi bir açık alan yok. Ancak unutulmamalı ki, Yunanistan'da da bu alanlar inanılmaz derecede kısıtlı.

Öncelikle, Yunanistan'ın hiçbir noktasının denize 80 km.den uzak olmadığını belirterek başlayalım. Yani İsrail uçaklarının Yunan anakarası üzerinde talim yapmasına imkân yok. Bu da İsrail uçaklarının Yunanistan'a ait hava sahasında uçuş, deneme ve tatbikatları yapacağını gösteriyor.

İşte tam da bu unsur bizi bambaşka bir noktaya götürüyor. Yunanistan ile Türkiye arasındaki en büyük sorun Ege'deki sınır anlaşmazlıkları. Yunan uçakları ile Türk uçakları neredeyse her gün it dalaşı yapıyor.

Şimdi çok uzak görünmeyen ve kulislerde de dillendirilen çok önemli bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Ege'de İsrail uçakları, Yunanistan'ın "burası benim" dediği hava sahasında uçuş yapacak. Peki, Türkiye'nin ve NATO'nun uluslararası havasahası kabul ettiği ancak Atina yönetiminin FIR Hattı yönetimini elinde bulundurması nedeniyle kendisinin olduğunu savunduğu, bu sahada, bir Türk ve bir İsrail uçağı karşı karşıya gelirse ne olacak...

Bu konu şimdilik soru işareti olmayı sürdürüyor. Yani Doğu Akdeniz'de yaşanan gerginliğin, Yunanistan'ın da yardımıyla Ege'ye de sıçraması çok da büyük bir sürpriz olmaz.

Gelelim, İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi'nin ekonomik ortaklığı konusuna... Doğu Akdeniz'de petrol ve doğalgaz aranması konusu yaklaşık 5 yıldır süregelen bir sorun ve Türkiye-Yunanistan-AB üçgeninde çok karmaşık bir yumak haline geldi. Türkiye ile İsrail böyle bir kriz yaşarken, Benjamin Netenyahu tam da Yunanistan'ı ziyaret edecekken, Kıbrıs Rum Kesimi'nin bu konuyu tekrar gündeme taşımaya çalışması aykırı bir davranış olarak nitelenmemeli...

İsrail'in de buna daha önce yaptığının aksine olumsuz yanıt vermesi de Doğu Akdeniz'deki kriz sürecinde beklenmemeli...

Unutulmamalı ki, AB bundan 2 yıl önce aldığı kararla, Kıbrıs Rum Kesimi'nin petrol-doğalgaz arama ihalesi yaptığı bölgenin AB karasuyu olduğunu açıklamıştı. İsrail'in de benzeri bir tutumu benimsememesi için Türkiye elinden geleni yapmalı. Öyle ki gerekiyorsa, mekik diplomasisi uygulanarak, ABD devreye dahi sokulmalı...

Şimdilik bu kadar..
Esen kalın

5 Ağustos 2010 Perşembe

Ankara'nın kalbi Los Angeles'ta atıyor...


Önceki günlerde, ABD'de Ermeniler'in en yoğun yaşadığı bölgelerden biri olan, Los Angeles'ta, Garbis Davouyan ve Hrayr Turabian adlı iki Amerikalı Ermeni hukukçu ilk kez Türkiye'yi doğrudan muhatap kabul eden bir tazminat davası açtı. Dava başvurusunda uluslararası hukuk ve insan hakları ihlali, haksız kazanç iddialarında bulunulduğu çeşitli ABD kaynaklı ajans haberlerinde yer aldı. Bunun yanısıra davacı olan bu kişiler, Emeniler'den alındığı öne sürülen toprak, bina, işyeri, banka mevduatı, mülk ve paha biçilemez olduğu savunulan bazı tarihi eserler için de tazminat talep ettiler.

Bu dava ABD kökenli Ermeniler tarafından açılan ilk dava değil. Ancak farklı özellikler taşıyor. İlk olarak daha önce açılan davaların tümünde "soykırım" iddiasında bulunuluyordu. Bu davada sözde soykırım ile ilgili tek bir ifade geçmiyor.

İkinci unsur ise daha önce açılan davaların hiçbiri Türkiye'yi doğrudan hedef almamıştı. Genellikle sigorta şirketlerine, olmadı bankalara açılmıştı. Öyle ki AXA sigorta şirketi bu kişilerle uzlaşıya giderek bir miktar tazminat ödemeyi dahi kabul etmişti.

Ancak, şimdiki dava Türkiye'nin Ermeni politikaları konusunda ilk kez büyük bir sorun taşıyabilir. Peki neden? Hemen anlatalım...

Daha önce açılan davaların hepsinde mahkemeden sözde soykırımı da tanıması isteniyordu. Ancak bu husus bir çok kez ciddiye alınmadığı gibi dava dilekçeleri de mahkeme tarafından kabul görmedi. Yani, dava açılan ülkelerin hukuk sistemleri, "BM tarafından soykırım olarak kabul edilmemiş konuları benim tartışmam doğru değil" değerlendirmesini yaptı.

Ama bu kez masada yer alan, sözde soykırım değil. Bu kez zorla el konulduğu iddia edilen mal ve mülkler ile banka hesapları, tarihi eserler ve hatta uğranılan manevi zarar masada... İşte bu nedenle Türkiye'nin bu davaya yönelik savunmasını hazırlarken çok ama çok dikkatli olması gerekiyor.

Dışişleri Bakanlığı ile yaptığımız görüşmeler ise şimdilik bakanlığın izlemede olduğunu gösteriyor. Ankara Los Angeles mahkemesinin davayı kabul edeceğine pek olasılık vermiyor. Yine de Los Angeles'te anlaşmalı olunan hukuk bürolarına talimat gönderilmiş: "yakından ilgilenin"

Ankara'nın davanın kabulü durumunda yapacağı savunma da üç aşağı beş yukarı hazır gibi... İlk olarak 1915 olayları sırasında zorla yeri değiştirilen Ermenilere gönderildikleri yerde, aynı oranda toprak ve üstüne de tazminat verdiği mahkemeye anımsatılacak. Yani herhangi bir zarar olmadığı anlatılmaya çalışılacak...

Şimdilik bekleyip göreceğiz...

1 Ağustos 2010 Pazar

Kabil'de bir "enişte"



Afganistan'ı yaza yaza bitiremedik. Bir çok arkadaşım da, hem bloglarında, hem de sohbetlerinde Kabil'de, Mezar-ı Şerif'teki günlerini anlata anlata bitiremiyor.

Bundan önceki yazılarımda hep benim yaptıklarımı ve başıma gelenleri anlatmıştım size. Bu kez farklı bir portre var karşımızda...

Adı Nervel Brown, o Türkiye'nin Kabil Bölge Komutanlığı olarak kullandığı Kamp Gazi'nin belki de neşe kaynağı... Eniştesi...

Brown, ABD'li bir astsubay.. Onu diğer ABD askerlerinden farklı kılan iki özelliği var. İlki kendisine Enişte lakabının takılmasını sağlayan kısmı.. Brown bir Türk ile evli.. Hemde eşini öyle çok seviyor ki, 5 dakikalık sohbetimizde kendisinden çok eşini ve 6 yaşındaki küçük kızı Ceren'i onların nasıl burnunda tüttüğünü anlatıyor.

Nervel'in İkinci özelliği ise, Afganistan Kabil Bölge Komutanı Tümgeneral Levent Çolak'ın tek ABD'li koruması...

1996'da İncirlik'te görev yaptığı dönemde, Türkçe'yi öğrenmiş. Eşi Esra'yı daha sonra tavlamış, kendi deyişiyle...

Brown'a "Türk askerlerinin arasında rahat mısın?" diye sorduğumda çok "bizden" bir yanıt alıyorum: "Sağolsunlar arkadaşlar beni rahat ettiriyor..."