25 Temmuz 2010 Pazar

Aslında uykum ağır değildir

-->
Yazının başlığının aslında bu metni okuyanlar için çok da enteresan olmadığının farkındayım. Ama zamanla ilginçleşeceğine dair garanti verebilirim.

Niye derseniz, ben de size "aslında benim uykum hiç ağır değildir" yanıtını veririm. Gel gelelim bu kez kazın ayağının öyle olmadığını söylemek durumundayım. Hatta, Hilal, Servet, Mehmet, Didem, Deniz, diğer sevgili dostlarım ve olayın bir diğer kahramanı Haluk Ağabey gibi siz de orada olsanız "Aslında benim uykum hiç ağır değildir" söylemime saatlerce güleceğinize eminim.

Şimdi her şeyin nasıl başladığına bir yakından bakalım: Kabil'e vardığımız 17 Temmuz günü, otele gittiğimizde çok yorgunduk. Ancak, belki bu yorgunluktan, belki tedirginlikten, belki de fiziki nedenlerle uyuyamadım. "Sevgili Mahmut, bunu niye bize anlatıyorsun" diye sorabilirsiniz belki, sevgili okurlar. Ama biraz sabredin, biraz dikkatinizi verin....

O günün gecesi, tam uyumaya hazırlanırken, arkadaşlarımızın çeşitli haberlerde de belirttiği gibi, çeşitli patlama ve çatlamalar ya da yediklerimizin dokunması, her neyse, nedeniyle yine gözüme uyku girmedi.

Ertesi gün sabah çok az uykuyla kalktığımda gözlerim adeta bir kurbağa gibi, bir bukalemun ya da teleskop balığı gibi, şişmişti.

Ardısı gün, yani Kabil konferansının gerçekleştiği gün, gece saat 00.30'dan, 03.00 sularına kadar uyumuşken, meydana gelen patlamalar nedeniyle uyandım. Uykum yine kaçmıştı. Uyumaya çalışsam da olmadı. Sanırım saat 06.00 sularında uyuya kalmışım. Kalktığımda ise saat 8.50 sularıydı ve Kabil Konferansı'nın başlamasına sadece 10 dakika kalmıştı. Neyse ki, Dışişleri Bakanlığımız sağ olsun, sadece bana özel bir zırhlı araç tahsis ederek, beni otelden aldırmıştı.

Bir ertesi gün ise, Mezarı Şerif'e gittik. Bu kent Kabil'den çok farklıydı. Daha güvenliydi. Kalacağımız Otel'e gittiğimizde ise çok güzel bir ev ortamının bulunduğunu gördük. Etrafı duvarlar ve düğün salonlarıyla çevrili iki adet villanın odalarını hostele çeviren bir yurttaş, kente gelenleri adeta bir "ev ortamında" ağırlıyordu, a dostlar a okurlar...

İşte bu nedenledir ki, "aslında benim uykum ağır değildir" diyorum. O gün Mezarı Şerif başkonsolosluğuna gidip, devamında hostele döndüğümüzde saat yaklaşık 01.00'a geliyordu ve benim gözümden ilk kez fazlasıyla uyku akıyordu.

Hemen herhangi bir Anadolu kasabasındaki herhangi bir evin yatak odasına benzeyen, ilkel ancak konforlu odama girdim ve yatağıma uzandım. Uzanmak ne kelime, sevgili dostlarım adeta yayıldım, gömüldüm...

Rüya gördüm mü anımsamıyorum. Ancak gözlerimi hafifçe aralayıp, havanın aydınlandığını farkettiğimde, birinci kattaki odamın önünde birilerinin konuştuğunu duydum. Ayağa kalkmama kalmadan, bir gümbürtü, bir saldırı, bir organize iş, ben ne olduğunu anlamadan, o sıcacık ev odasının camı penceresi aşağı indi.

Afganistan'a gelen her normal insanın yapacağı gibi, ben de koşarak odamın kilitli kapısını açtım ve dışarıya çıktım.

"Bir de baktım ne göreyim" derler ya dostlarım, okurlarım... İşte olayların geliştiği bu anda bu lafı söyleyen kişi ben değildim. Sanırım heyetimizin diğer gazeteci arkadaşlarıydı. Çünkü o anda benim üzerimde, sadece "boxer"ım vardı ve herhangi bir Anadolu kasabasındaki bir köy evinin salonuna benzeyen bir salonda, bir sürü gazeteci arkadaşımın arasında sadece boxerla öylece duruyordum.

Bana daha sonra aktarılana göre, bu anda ben sadece "ne oluyo ya" deyip geri dönüp gitmişim. Ancak o an bana, dostlarım-okurlarım, bütün Afganistan temaslarımızdan daha uzun geldi diyebilirim.

İçeri girip üstümü giyinip dışarı çıktıktan sonra, bana aktarılanlar ve benim de onlarla birlikte kahkahalara karışmam 1 saniyemi dahi almasa da, meğerse olaylar şöyle gelişmiş:

"Sabah herkes ‘insan’ gibi uyanıp kahvaltısını ederken, benim eksikliğimi -normal olacağı üzere- hissetmişler ve Dışişleri Bakanlığı'ndan heyetimizde yer alan Tolga'ya "Mahmut galiba uyanmadı. İstersen uyandır da geç kalmayalım" durumunu iletmişler. Tolga da bunu otel görevlilerine bildirmiş ancak çok ilginç bir yanıt almış, "Uyanmıyor..." Hemen herkes seferber olup, kapımı camımı yumruklamaya, telefonuma çağrılar bırakmaya, adımı yüksek sesle haykırmaya koyulmuş. Ancak benden yine ses yok...

Tabii Tolga da her Dışişleri Bakanlığı yetkilisinin yapacağı gibi, Afgan topraklarındaki Türk yurttaşlardan herhangi birinin can kaybı yaşamış olabileceği endişesiyle, benim kapımın önüne bir sandalye çekip, yukarıdaki küçük pencereden bakmış ve benim hareketsiz olarak yattığımı farketmiş... Ve heyetimize kötü haberi vermiş: "Bir şey olmuş olabilir…"

Arkadaşlarımızdan bir kısmı, tokasıyla kapıyı açmaya çalışırken, bir kısmı kilidi sökmeye çalışmış, bir kısmı da kapıyı yumruklamaya devam etmiş ancak benden hala ses yok. Ses ne kelime hareket bile yok…

Teklifin gelmesi gecikmemiş: "camı kıralım ve girip bakalım"... Olayın bu kısımdaki kahramanı, Haluk Ağabey, kaptığı kürek ile benim camıma "sinsice" [ :) } yaklaşmış ve camı tek bir vuruşla aşağıya indirmiş....

İşte dostlarım benim söylemek istediğim şudur ki, "Aslında benim uykum ağır değildir", ama zaman zaman böyle şeyler olabiliyor.
Çok gülmeyin ama esen kalın...

1 yorum:

Bahar dedi ki...

:))))))
tebrik ediyorum seni...
blog güzel bir fikir...
yazılarının devamını bekliyorum maocumm... öpücükler