16 Mayıs 2017 Salı


'İNCİRLİ' ALMAN PASTASI...

 Ne ola ki, İncirli Alman Pastası...
Bir kapta yumurta ve şekeri iyice çırpıyoruz, ardından sırasıyla süt, sıvı yağ ve yoğurdu ekleyip tüm malzemeler iyice karışıncaya kadar çırpıyoruz.
Tabii tereyağ da koyabilirsiniz. Akışkanlığı daha iyi oluyor...
Sonra un, kabartma tozu ve vanilyayı ekleyip hepsini de karıştırarak 190 derecede 20-25 dakika pişiriyoruz.

Kreması zaten malum, süt şeker un nişasta.. Yumurta koyarsanız biraz ağır olur ama kıvamı artar...
Tadı biraz daha mutfağımıza uygun olur... İnciri de robotta çekiyoruz. Hafif dişe dokunur haldeyken kremayla karıştırıyoruz...

* * *

Ama bu bu pastayı İncirli değil de, İncirlik'te yapmaya kalkınca biraz sıkıntı doğurabiliyor.
Şimdi ben vaziyeti sizinle paylaştım.
Siz değerlendirin...
Hatta ve hatta şöyle yapın kendinizi evinizde düşünün...
Mutfağınızda sizin izninizle çalışan bir Alman aşçı var...
Tabak, çanak, mikser, yumurta, un, fırın hepsi size ait...
Üstüne üstlük bir de para veriyorsunuz bu aşçıya...
Hem de mutfağa girerken tarifi paylaşacağı konusunda sizinle anlaşma imzalamış...
Unutmadan bir de şunu söyleyeyim gece sizde kalıyor..
Kanepede falan hep üstü başı unlu, yumurtalı üstelik de ayakkabılarını çıkarmadan yatıyor...
Geceleri de arada bir sizin izniniz olmadan pencereden çıkıp, geri dönüyor...
Tarifi de sizinle paylaşmamışken, birgün diyor ki, memleketten arkadaşlarım gelecek.
Senin eve bir bakıp çıkacaklar!!!

***

Biraz sembolik olsa da, Almanya ile Türkiye arasında İncirlik Üssü konusunda yaşanan temel sıkıntı bu...
Almanya, DAEŞ ile mücadele konusunda Türkiye'ye gelmek için Ankara'nın kapısını çaldı...
Ve DAEŞ'le mücadele etmek için kapıyı çalan her ülkeye olduğu gibi Almanya'ya da izin verildi...
6 Tornado uçağı geldi... 240 kadar da Alman askeri İncirlik Üssü'ne yerleşti.
Koalisyon kapsamında DAEŞ'le mücadele için gözlem uçuşu yapmaya başladı...
Süreç çok olumlu yürüdü. Hatta ve hatta Alman askerleri arasında Türk soylu gurbetçi Alman askerleri bile vardı...
Berlin baktı süreç çok iyi gidiyor. Türkiye de memnun, 2016 Şubat'ında Alman Hava Kuvvetleri Komutanı Ankara'ya geldi...
Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na gitti ve "Biz" dedi, "Bu işbirliğinin kalıcı olmasını istiyoruz... İncirlik'te bize kalıcı üs alanı verin"...
Neler istendi anlatalım,
- Uçaklar için tenteli park yeri olarak kullanılması planlanan yaklaşık 26 bin metrekarelik iki beton alan,
- 400 personelin barınma ihtiyacı için dört binadan oluşan yaklaşık 3 bin 500 m2 büyüklüğünde yatakhane binaları,
- 1400 m2 büyüklüğünde bir adet karargâh binası,
-  800 m2 büyüklüğünde bir adet operasyon binası,
- 750m2 büyüklüğünde bir adet bakım binası ...
Hatta 58 milyon Avro da kaynak ayırdığını açıkladı Berlin.... Parlamento'da onaylattı. Almanya'da İncirlik'te bizim de üssümüz olacak diye haberler yazıldı...
Ancak süreç pek de beklendiği gibi gitmedi...

* * *

2016'nın ilk çeyreği sona ermemişti ki,
Türkiye'nin sınır illerine füzeler düşüyordu...
Ankara dedi ki, "Sevgili müttefikim Almanya, bir sürü uçuş yapıyorsun, neden aldığın istihbaratı bizimle paylaşmıyorsun. Bak sınır illerimize füzeler düşüyor."
Berlin, işi ağırdan aldı, "paylaşıyoruz" dedi..
Ancak istihbarat sınırlıydı. Kilis'e Gaziantep'e sürekli Katyuşa füzeleri düşüyor, ama kısıtlı önlem alınabiliyordu...
Ankara, Berlin'in bu yaklaşımına çok bozuldu.. "DAEŞ'le mücadeledir" dedi... Sessiz kalmayı tercih etti..
Kaderin cilvesi ya, hemen ardından, Alman Milletvekilleri İncirlik'i ziyaret etmek istedi... Hükümete falan baskı yapmaya başladı... Neler dönüyor görmek istiyoruz diye...
Sonuçta Alman Usulü diye bir deyim var. Alman Parlamenterler neresi için 58 Milyon Avro kaynak ayırdıklarını görmek istedi...
İşte o anda Ankara dedi ki, "I-ıhhh... Çık... Olmaz.. Siz bize istihbarat vermiyorsunuz. Bu politikanızı değiştirene kadar, biz de size ziyaret izni vermeyeceğiz"
Almanya bir süre direndi... Bu arada Türkiye, Fırat Kalkanı Harekatı'nı başlattı.
Almanya'da hem seçimler falan derken, hem de Türkiye'nin Fırat Kalkanını başlatması vesile oldu... Almanya istihbarat akışını yeniden başlattı. Alman vekillerin Türkiye'ye girişine izin verildi.
İncirlik Üssü'nde heyetle fotoğraflar çekildi... Uluslararası medya vekillerle birlikte hücum etti... Alman askerlerinin DAEŞ'le mücadelesi anlatıldı falan... Doğrudur da, etmiyorlar desek yalan olur..

* * *

Bu arada, vekiller gitti... Hayat yeniden eskiye döndü..
"Öküz öldü ortaklık bozuldu..." Almanya istihbaratı yine kesti...
Gerekçe nedir? Nasıldır? bilinmez...
Ancak, Berlin istihbarat akışını yine kesti...
Şimdi aynı şeyleri yine, yeniden, farklı bir tarihte yaşıyoruz.
Ancak bu kez süreç 1 adım ileriye gitti..
Almanya dedi ki, gerekirse askerlerimizi Ürdün'e taşırız.
Türkiye ses vermedi... Ya da diplomatik olmak gerekirse, "taşırsan taşı, çok da umrumuzda değil" dedi...
Yani şunu anlatmak gerekirse, Ankara dedi ki;
"bu Alman Pastası incirli olursa, dişin arasına giriyor. Çekirdekleri mideyi falan bozuyor...Bir de bekleyince bu meret ekşiyor. Ekşitmeden pastayı da alıp yan daireye geçerseniz BOZULMAM"



22 Nisan 2016 Cuma

Şerife Teyze'nin asker selamı...

 
Çok arada kaldım aslında önce... Yayınlamalı mıyım? Yoksa hiç girişmesem mi? Fakat sonrasında bunun mutlaka okunması gerektiğini düşündüm. 
 
Dün sabahın ilk saatlerinde bir mail aldım Genelkurmay Karargahı'ndaki üst düzey rütbeli bir askerden. Asker diye vurgulama ihtiyacı duydum, çünkü genelde askerler pek duygusal gelmez insana. Bu komutanımız daçok duygusal değildir... Burada cümlenin sonuna "Sanırdım" sözcüğünü ekleyerek kendimi düzeltme ihtiyacı hissediyorum. Çünkü az sonra okuyacağınız metin benim değil, onun kaleminden çıkma. 
 
Sabahın saat 3 sularında okuduğum bu yazı açıkçası benim gözlerimin dolmasına neden oldu. O yüzden paylaşma ihtiyacı hissettim. Şimdi yazının devamını kalemin sahibine bırakıyorum:
 
 
"20 Nisan 2016 akşamı, Nusaybin’den bana bir fotoğraf gönderildi. Zarfa yapıştırılmış bir 1TL.  Yaşlı bir teyze göndermiş bunu. Notta “Bu 1TL’yi Mersin Aydıncık’tan Şerife adında bir teyze göndermiş diye yazıyordu. Merak ettim nedir diye ve Nusaybin’deki arkadaşlardan dinledim hikayesini. Bana bunu anlatan Binbaşı arkadaşım anlatırken ağlamaya başladı. Askerler ağlamaz derler ama inanmayın; biz daha çok ağlarız gizliden gizliye. Ben de dinledikçe kendimi tutamadım bu yüce davranışın sahibinin yaptıklarını dinleyince..
 
 
Eminim bunu okurken sizler de duygulanacaksınız, belki ağlayacaksınız. Dedim ki ben bunu paylaşmalıyım, anlatmalıyım dilim döndüğünce. Amacım tabi ki sizleri ağlatmak değil; bir kez daha anlatmak bu yüce milletin asaletini, onurunu, askerine polisine olan sevgisini..
 
 
Eve geldiğimde yorgunluktan neredeyse bayılacak durumdaydım, ama öğrendikçe yazdım, yazdıkça da dinlendim. Şu an gece yarısı 00:42 ve yazmayı bitirdim.. 
 
Sağol Şerife teyze, ömrün uzun ve sağlıklı olsun..

Mersin’in AYDINCIK Belediyesi, orada görev yapan bir emniyet amirimizin girişimi ve Aydıncık Hal müdürlüğünün desteği ile operasyon bölgesindeki Güvenlik Kuvvetlerimize gönderilmek üzere sebze ve meyve toplama kararı alır. Aydıncık’ta herkes adeta bir seferberlik başlatır askerine, polisine, korucularına; biz de bir şeyler gönderelim diye. 
 
       İhtiyacı mı vardır ki askerin polisin bunlara? Elbette ki hayır. Devlet her türlü ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamaktadır onların. Ama sevgiyle, emekle, duayla toplanan o sebzelerin ve meyvelerin değerini parayla ölçmek mümkün değildir..
 
       İşte tam bu faaliyetler sürerken 70’li yaşlarda bir teyze Hal’de büyük bir gayretle çalışanların yanlarına yaklaşır ve ne yaptıklarını sorar.
 
       Orada bulunanlar kendisine ne yaptıklarını, kimler için meyve topladıklarını anlatırlar. Yaşlı teyzemin meyve ağaçları yoktur; bir şeyler alıp gönderecek kadar parası da..Şerife’dir adı. Şerife Buldurluoğlu.
 
       Düşünür “Ben ne yapabilirim oradaki kahramanlar için, dua ediyorum ama ben de bir şey göndermeliyim” der ve cebinde kalan 1TL’yi çıkarıp orada bulunanlara verir ve der ki  “Ne olur bunu kabul edin, çok bir değeri yok bilirim ama bununla birkaç elma da  benden gitsin oradaki kahraman evlatlarıma.” der.
 
       Orada bulunanlar bunun üzerine çok duygulanır ve kendi ceplerinde bulunan paraları birleştirerek (400 TL) “Teyze bu parayı senin için topladık. Ne istiyorsan söyle kasalara ekleyelim” derler ve onun için hazırladıkları koliyi de gözünün önünde gönderdikleri TIR kamyonuna yüklerler.
 
       Mersin’in AYDINCIK Belediyesi, emniyet amirinin ve Hal müdürünün girişimi ve yüce gönüllü halkımızın desteğiyle hazırlanan 26 ton meyve ve sebzeyi ve tabi ki yaşlı teyzemizin kolisini Nusaybin’e gönderirler.
 
       Emniyet amiri Şerife teyzenin verdiği o 1 TL’yi de zarfın üstüne yapıştırıp, içine de küçük bir not yazarak TIR şoföründen bölgedeki Komutana vermesini ister.
 
      Gönderdiğim fotoğraftaki o çok değerli, anlamlı 1 TL işte o paradır. Yaşlı teyzemin gönlünden kopan o metal paranın bizler için paha biçilemeyecek değeri vardır. Bu davranış yüce Türk Milletinin o kocaman ak ve pak yüreğini simgelemektedir.
 
       Biz de tüm Güvenlik Kuvvetlerimiz adına gönderdiğin o 1 TL’yi aldık, kabul ettik.    Şerife Teyze bize bu 1 TL’yi gönderdiğinde nelere sebep oldun bilir misin?
 
       Bu 1 TL, emindik zaten, hiç şüphemiz de yoktu zira ama, sen bu hareketinle milletimizin hep yanımızda olduğunu, olacağını bir kez daha tasdik ettin, göstermiş oldun.
 
       Bu 1 TL, ülkemiz ve milletimizin bölünmezliğinin, şanlı Bayrağımızın sonsuza dek göklerde dalgalanacağının en güzel ifadesidir.
 
       Bu 1 TL bize, vatanımızın bütünlüğüne kast eden her tür düşmana karşı zaferi müjdelemektedir. Şerife teyze neyi başardığını, neye vesile olduğunu bilir misin?
 
       Bu 1 TL Kurtuluş Savaşında kağnılar yolda kaldığında sırtında cepheye mermi çuvalı taşıyan Şerife teyzelerimizi, annelerimizi, ninelerimizi hatırlattı bize. 100 yıl geçti neredeyse aradan ama şunu gördük ki Anadolu’da bu yönde değişen hiçbir şey yok. Hala aynı ruha sahip Şerife teyzelerimiz, ninelerimiz var çok şükür ve var olmaya da devam edecek.
 
       Bize o minik elleriyle mektup yazan, resimler yapan, hediyeler gönderen çocuklarımız da senin izinden yürüyeceklerdir, bundan artık hiç şüphemiz yok.
 
       Farkında mısın bilmiyoruz Şerife teyze, ama bize öyle bir şey göndermişsin ki, bu yürüdüğümüz yolun yüceliğini, doğruluğunu bir kez daha ispatlamış oldun..
 
       Sağol Şerife Teyze, varol.. Bu 1TL gücümüze bin kattı, üzerimizdeki tüm yorgunlukları, yılgınlıkları attı, savurdu. Daha yeni, sanki bugün başladık hainleri temizlemeye, tüm gücümüzle..
 
       Belki de bugüne kadar aldığımız en anlamlı hediyeyi lütfettin burada mücadele eden Güvenlik Kuvvetlerimize..
 
       Şundan eminiz ki bu yüce milletin bağrında daha yüzbinlerce, milyonlarca Şerife teyzeler var. Bize 1TL gönderme fırsatı bulamayan kardeşlerimiz, ablalarımız annelerimiz, teyzelerimiz, ninelerimiz hepiniz sağolun, varolun. Bizleri dualarınızda eksik etmeyin..
 
       Şerife teyze, o bize meyve alın diye bahşettiğin 1 TL ile nelere sebep olacağını yakında göreceksin, tüm milletimiz buna şahit olacak.."
 
Evet, gelen yazı ve durum işte böyle..
 
 

17 Nisan 2011 Pazar

Pembe panjurluyla devr-i alem...

Geçtiğimiz hafta, 5 Nisan'da bir vesileyle Libya operasyonunun en yoğun olarak tartışıldığı yer olan Belçika'daki NATO karargahına gitme fırsatı buldum.

Burada Libya operasyonu ile ilgili ayrıntıları, kimin kaç uçak, gemi, denizaltıyla operasyona katıldığını; hangi NATO müttefikinin pakta haber vermeden el altından nasıl "maddi" destek yaptığını, ne tür silahları Libyalı isyancılara verdiği gibi bilgileri de öğrenme fırsatımız oldu. 4 gün süren ekstra kapasiteli bilgilendirme turunda, 7 ülkedeki önemli yayın organlarından gelen 7 gazeteciydik. Bu arkadaşların isimlerini vermeyeceğim. Ancak, ülkelerinin Almanya, Avusturya, Finlandiya, Macaristan, Bulgaristan ve Gürcistan olduğunu da söyleyelim...

Belçika'dan Cumartesi (9 Nisan) ayrıldım ve Ankara'ya Pazar'a bir kaç saat kala ulaştım. Pazar günü bir yandan yazacaklarımın heyecanı, bir yandan operasyon karargahına giren 7 gazeteciden biri olmam ile ilgili düşünceler içerisinde gidip gelirken, Gece 22.40 civarında telefonum çaldı.

Karşıdaki ses sevdiğim eski bir meslektaşıma aitti ve bana, "Bakan Ahmet Davutoğlu yarın sabah 8.00'da 5 günlük bir tura çıkıyor. Gelir misin?" diye soruyordu. Hemen gerekli temasları kurup bu "cömert" teklife tamam dedim. İnteraktif ortamda bu geziyle birlikte, "pembe panjurlu" adı ile anılmaya başlanan, küçük ama cesur GAP uçağıyla yolculuk edecektik.

Sabah 3 gazeteci Esenboğa Havalimanı'nın küçük VIP Salonunda biraraya gelip, Bakan Davutoğlu'nu beklemeye koyulduk.

En başından, bizden tüm temaslar boyunca yardımlarını esirgemeyen diplomatlarımıza çoook ama çok teşekkür edelim. Sonra unutmayalım da...

Efendim, ilk durağımız, Macaristan oldu. Ülke pek bir başarılı.. Buda ve Peşte'yi bir bıçak gibi ortadan ayıran ve üzerinde 12 köprü bulunan başkent, tadından yenmiyor. Budin kalesi tek kelimeyle harika ötesi.. Muhteşem Süleyman dizisindeki gibi, küçücük bir kale de değil. Tam anlamıyla içinde bir şehir barındırıyor. Kaleye giden yolun adı ise çok dikkat çekici: "Kemal Atatürk Caddesi". Kentte, Yüzlerce yıl Macaristan'ı yöneten Türklerden geriye kalan 3 önemli "iz" bulunuyor. İlki Gülbaba Türbesi. Çok iyi korunmuş. İkincisi, kale içindeki Osmanlı mezarlığı.. 4-5 tane mezar taşı vardı. Davutoğlu, bu mezarlığın restore edilmesi için büyükelçiye direktif verdi. Üçüncüsü de Kemal Atatürk caddesi. Bunun dışında ülkede Avusturya etkisinin hakim olduğunu söylemek mümkün.

Şimdi diyeceksiniz ki ne çok gezmişsiniz. Ancak tam olarak böyle değil çünkü tüm sözünü ettiğim yerleri yaklaşık 1 saat içinde üstünkörü gezme şansımız oldu.

Tabii şunu da eklemek isterim BudaPeşte de, İstanbul, Ankara, İzmir'in yanında en az bizim "pembe panjurlu GAP uçağımız" kadar küçük. Eğer tatil için düşünüyorsanız. Balkan turunun son 2 gününü burada geçirerek her yeri gezebilirsiniz.

Macaristan'da bir gece konakladıktan sonra bir sonraki durağımız, Başbakan'ın seçim startını verdiği Fransa'nın Strazbourg kenti oldu. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde, Başkan Mevlüt Çavuşoğlu'nun konuğu olduk. Ancak buradan Mevlüt Bey'e bir mesajım olacak: AKPM kapısında duran güvenlik görevlileri ve banko memurlarının İngilizce bilenler arasından seçseniz iyi olacak. "We are journalists with Turkish delegation" diyoruz. Mal gibi yüzümüze bakıyorlar. Tek bildikleri ise, "Come tomorrow" oluyor. Be Fransız arkadaşlar, kardeşler, azıcık çaba gösterin, biliyorsunuz da mı konuşmuyorsunuz anlamıyoruz ki?

Strazbourg'ta kısa bir süre kalıp, Başbakan'ı Strazbourg'taki havalimanında karşıladıktan sonra, kendimizi yine yollara vurduk. Bu kez rota Katar'dı.

Ancak rota hiç de istediğimiz gibi gitmedi. Başbakan'ın kocamaaaan Boing'ini gören bizim Pembe panjurlu, elektrik yüklü bulutları ve kum fırtınasını görünce, 7 saatlik yolculuğun ardından, üstelik sabaha karşı 5.00'da, Katar'ın başkenti Doha'ya inmek istemedi. Sarsıntılar sırasında, Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun ekibini ve gazetecileri sakinleştirme çabası ise, şahsen benden 10 puan aldı. Davutoğlu, sarsıntılar iyice artınca, yanımıza gelerek, ilk önce "Korktunuz mu?" diye sordu. Ses çıkmayınca, korktuğumuzu anlamış olacak, "Korkmayın, ara ara olur böyle şeyler şimdi ineriz" diyerek koltuğuna geri döndü.

Dışişleri personeli sarsıntılar devam ederken, pilotlardan bilgi almaya gitti ve ilk önce "sürpriz Bahreyn'e iniyoruz" anonsu geldi. Bahreyn semalarında bir süre dolaşmamıza müteakkip, buraya da inemedik. ikinci anons ise, "benzinimiz bitiyor" ile geldi. Davutoğlu'nun sakinleştirmesi de bir yere kadar değil mi?..

Biz de sakinleştiricinin gazıyla, Kadar yerine Suudi Arabistan'a inmemize sevindik tabii...

Ardından, Doha'ya, Katar'ın başkentine, alçaktan alçaktan uçarak geçtik. Burada karşılaştığımız sürpriz şahsen beni oldukça sevindirdi. Ankara'dan diplomasi muhabiri arkadaşlarımız Sibel ve Nev Bahar da Katar'daydı.. Bize birer Türk kahvesi ısmarladılar.

Katar'da Libya Temas Grubu toplantısı vardı. Görünürde güvenlik süperdi. Her yerde, beyaz fistanlı Katar polisi dolaşıyordu. Ancak tüm xray cihazları çıldırırcasına çalsa da kimsenin umrunda olmuyordu. Bu bütün zirveden en çok gözüme çarpan şey oldu. 2.si de, Rasmussen'in "Türk gazeteciyse soruları yanıtlarım", diyerek yanımıza gelmesi oldu.

Katar'da da kalmadık, gecesine ve koşarcasına, tekrar pembe panjurluya koştuk. Yeni rota çok kısa bir süre için Ankara oldu. Evimizde kapımızda bir gece uyuduk. Ardından, hooop, yeniden GAP'a koştuk ve Almanya'ya geçtik. Burada NATO zirvesini izledik ki, bence son yılların en önemli toplantılarından biriydi.

İşte böylece 10 günde mini bir devr-i alem'i tamamlamış olduk.

Kalın sağlıcakla...

23 Şubat 2011 Çarşamba

CEZAYİR'DEN HABER VAR: BİZ MISIR DEĞİLİZ


Ortadoğu’daki olaylar Cezayir’i de etkisi altına alırken, ülkenin Planlama ve İstatistik Bakanı Hamid Temmar ile Brüksel'de biraraya gelme fırsatı buldum. Temmar, Cezayir yönetiminin en önemli bakanlarından biri. Öyle ki, Cumhurbaşkanı CransMontana Forum tarafından verilen liderlik ödülünü kendisi adına alması için Temmar'ı görevlendirmiş.

Kendisiyle uzun uzadıya bir sohbet edemesem de, Mısır'da, Tunus'ta ve bölgenin diğer ülkelerinde süren olayların, Cezayir'e etkisi konusunda ağzından birkaç cümle almayı başardım.

Temmar klasik Arap bakanlardan farklı olarak oldukça büyük bir entellektüel birikime sahip, Fransa'daki üniversitelerin büyük bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmış bir akademisyen...

Kurduğu cümlelerden bile bu derinliği farkedebiliyorsunuz. Ancak iş siyasete binince, insanın gözü kör olabiliyor herhalde. Temmar'ın bölge ülkelerindeki devrimler, halk hareketleri ve bunların Cezayir'e etkisi üzerine yaptığı açıklamaları noktasına dokunmadan size aktarıyorum.

- BİZDEKİ OLAYLAR FARKLI: Tunus ve Mısır’da gerçekleşen olaylarda halkın topyekün olarak sokağa çıktığını görüyoruz. Ancak Cezayir’de böyle bir durum kesinlikle söz konusu değil. Olayları düzenyen muhalefette çok uç noktada yer alan 2 parti.

- 100 KİŞİ: Bunu yapanların sayısı iki parti bile olsa, sokağa inenlerin sayısına bakıyoruz. Mısır’da ve Tunus’ta milyonlar sokağa dökülmüştü. Ancak bizde gösterileri düzenleyenlerin sayısı 100-200’ü geçmez. Dolayısıyla olayların aynı ruhu taşıdığını söyleyemeyiz.

- SOKAĞA İNERLERSE TUTAMAYIZ: Bakın şimdiye kadar gerçekleşen olaylarda ne Tunus’ta ne de, Mısır’da polis ya da ordu tarafından bastırılamadı ve çok önemli sonuçlar doğurdu. Dolayısıyla bu örnekler bize gösteriyor ki, halkın hareketinin önünde hiçbir şey duramaz. Dolayısıyla Cezayir’de de benzeri olaylar olsa, bunun önünde yine kimse duramaz. Ancak yine anımsatmak istiyorum. Bizde gerçekleşen olaylar iki uç parti tarafından düzenlenen ve 100-200 kişinin katıldığı gösterilerden ibaret. Halktan da destek görmüyor.

- DEMOKRATİKLEŞME GEREKİYOR: Cezayir’de olaylar çıkmamış olması bizim demokratikleşme adımları atmayacağımız anlamına gelmiyor. Demokrasi sadece Kuzey’deki ülkelerin hak ettiği bir şey değil. Tabii ki kuzeyle güneyin tam kesiştiği noktada yer alan Cezayir halkı da demokratikleşmeyi ve daha iyi hayat şartlarını ne yapılırsa yapılsın daha fazlasını her zaman hak ediyor.

20 Ocak 2011 Perşembe

Türkiye'nin arabuluculuk faaliyetlerini durdurma açıklaması...

PRESS STATEMENT

In pursuance of the tripartite meeting between His Highness Sheikh Hamad bin Khalifa Al-Thani the Emir of the State of Qatar and President Bashar Al-Asad President of the Syrian Arab Republic and H.E. Mr. Recep Tayyip Erdogan Prime Minister of Turkey, it was agreed to send H.E. Sheikh Hamad bin Jasim bin Jabor Al-Thani Prime Minister and the Minister of Foreign Affairs of the State of Qatar and H. E. Mr. Ahmet Davutoglu to Beirut to continue the efforts with all Lebanese parties on the basis of the Saudi-Syrian paper. Sheikh Hamad bin Jassim bin Jabor Al-Thani and Mr. Ahmet Davutoglu stated that through their efforts a paper was drafted which took into consideration the political and legal requirements for solving the present crisis in Lebanon on the basis of the Saudi-Syrian paper. However, due to certain reservations, they have decided to cease their efforts in Lebanon at present and to leave Beirut in order to consult with their Governments
20 January 2011

26 Ekim 2010 Salı

En Özgür Gün



İnsanoğlu zaman zaman bazı şeylerden etkilenmeyi istediği için etkilenir. Bazen de öyle şeyler vardır ki, herkesi etkiler. Bunu niye yazdın zaten biliyoruz diyeceksiniz belki ama öyle değil...

Hafta sonu Dışişleri Bakanlığı'nın davetiyle diğer sevgili diplomasi muhabiri arkadaşlarımla birlikte KKTC'deydim. İlk olarak onlara inanılmaz misafirperverlikleri için çok çok teşekkür etmek istiyorum.

Hazırlanan program da, mihmandarlarımız Asu ve Hasan da tek kelimeyle mükemmeldi. Öyle ki, ülkede kaldığımız 4 gün boyunca Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu'ndan Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün'e, Başbakan İrsen Küçük'ten Meclis Başkanı Hasan Bozer'e kadar çok sayıda görüşme yaptık. Kıbrıs müzakerelerinde son duruma ilişkin bilgi aldık.

Halkın 50 yıldır devam eden barış müzakerelerinden nasıl sıkıldığını öğrendik. Öyle ki, Özgürgün'ün söylediğine göre artık müzakereler halkın gündeminde çevre sorunlarının bile gerisinde kalarak 4. sıraya gerilemiş...

Bu KKTC'ye belki de 30. gidişim oldu bilemiyorum ancak bu kez her şey farklıydı. İnsanlar, siyasiler, bürokratlar herkes... Belki de ben ilk kez bu açıdan bakmaya çalıştım Kıbrıs'a...

Dışişleri Bakanıyla toplam 4 kez buluşma fırsatımız oldu. İlk iki görüşmede o kadar çok Kıbrıs sorunu konuştuk ki, son yemeklerimizde daha farklı konular üzerinde durduk.

Bunlar arasında bence en önemlisi ise Dışişleri Bakanı'nın, 9 yaşındayken yaşadığı Rum işgali günlerini anlatması oldu...

Özgürgün'ün soyadının aslında Öz ve Gürgün kelimelerinden türemediğini, Özgür ve Gün sözcüklerinden oluştuğunu ögrendik.

Rum saldırılarının ve işgalinin başladığı dönemde Lefke'de yaşayan 9 yaşındaki Özgürgün hatırladıklarını öyle güzel anlattı ki, kendi gözlerinin yanısıra bizim gözlerimiz de doldu diyebilirim...

İlk aklına gelen şey, babasının Rumlar tarafından götürüldüğü an oldu... "Babamı alıp götürdüler" derken öyle bir tuttu ki nefesini, her anını tekrar yaşadığı çok ama çok açıktı.

Sonra onları Lefke'nin meydanındaki asfalt üzerinde 24 saat aç susuz nasıl bekletildiklerini, oradan evlerine gönderilmelerine karşın yataklarının altında nasıl saklandıklarını anlattı Özgürgün...

Ve babasının birden çıkıp gelişini ve ailesinden bile sır gibi sakladığı geri dönüşünü tane tane sözcüklerle aktardı bize...

Masada olanlardan bazı bürokratları da işaret ederek, "sen de bizimle birlikteydin ama çok küçüktün o zaman hatırlıyor musun?" diye sordu...

Ama Özgürgün'ün belki de en büyük gururu duyarak anlattığı şey, soyadlarını nasıl aldıklarıydı... Kendi ağzından dinleyelim...

"Babam bir şekilde geri döndü. Ve Türk askerini beklemeye başladık. Türk askeri göründüğü gibi de, bugün bizim özgürlük günümüz, özgür günümüz. Benim de soyadım artık Saral değil, Özgür-Gün olacak dedi babam. Sonra hemen değiştirtti soyadını. Yani sanıldığı gibi soyadım öz gürgün değil, özgür günden gelmektedir."

14 Ekim 2010 Perşembe

'POOR PROFESSOR'*


Aslında bu yazı biraz gecikti ancak, bunu dostlarımla ve pek sevgili okurlarımla paylaşmayı bir zorunluluk olarak hissettim.

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan geçtiğimiz haftalarda Nevşehir Üniversitesinin akademik yılı açılışı dolayısıyla öyle bir konuşma yaptı ki, aslında bu her Türkiye yurttaşının içinde "illa ki" yer alan, "Bize komplo kuruyorlar" yaklaşımının çok açık biçimde dışa vurumuydu...

YÖK Başkanı, "Ülkemizde yetiştirilen domates ve buğdayın tohumlarının büyük bir kısmı, Amerika ve İsrail'den geliyor. Bu domates tohumunu alıyorsunuz, artık genetik programlama diye bir şey var, içine bir genetik mekanizma yerleştirirler. Öyle bir şeyler yerleştirirler ki 20 yıl içerisinde o tohumdan yiyen insanlar ölür. Öyle tehlikeler de var" derken bu durumu, bir gazeteci olarak İsrail'in Ankara Büyükelçisi Gaby Levy'e sorma ihtiyacını hissettim ve sordum... Çok da ilginç yanıtlar aldım.

Levy ile geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu tarafından verilen bir resepsiyonda sohbet etme fırsatı buldum. Büyükelçi'nin İzmir Bergama doğumlu bir Türk Musevisi olduğunu anımsattıktan sonra, sohbetin seyrini size aktarmaya devam edeyim.

Aslında gazetecileri çok seven ve her birinin isimlerini tek tek bilen Levy, son dönemde yaşanan 'Mavi Marmara krizi' nedeniyle basından uzak durmaya özen gösterirken, gündem farklı bir konu olunca gülümseyerek sohbet etmekten kaçmadı.

Levy'e, YÖK Başkanı Özcan'ın, "İsrail'den gelen domates tohumları soyumuzu tüketebilir" yönündeki açıklamalarını anımsatınca, ilk sözü "Poor Proffesör" oldu.

Türkçesini ve Levy'nin sözlerinin gerisini aktarmak gerekirse, "Bu tohum meselesi, bilgisiz bir profesörün açıklamaları... Diyecek bir şey bulamıyorum.."

Levy, İsrail'li firmaların tohum pazarının sadece yüzde 5'lik dilimini oluşturduğunu da söyledi ve sözlerini gülümseyerek "Artık her şeyi İsrail'e bağlıyorlar. Kimseyi tohum kullanarak yok etmek gibi bir niyetimiz yok" değerlendirmesiyle tamamladı.

Türkiye ile İsrail arasında çok ciddi bir diplomatik kriz yaşanmakta olduğu aşikar... Daha önce yaşanan "One Minute" krizi sırasında da İsrail'de bulunuyordum. Bir röportaja gitmek için bindiğim bir taksinin şöförüyle sohbet ederken, "Türküm" deyince, ilk önce yavaşladı, sonra da bana "Lütfen arabadan iner misiniz?" demiş ve beni indirmişti. Bu tür diplomatik krizlerin halklara ve iki ülke yurttaşlarına doğrudan yansıması aslında son derece büyük sorunları da beraberinde getiriyor.

Bugünlük bu kadar..

Esen kalınız..


* Poor Professor: Bilgisiz Profesör.